Irklarla İlgili Neler Biliyoruz?
AVRUPALILAR, 500 yıl kadar önce dünyayı keşfetmeye doğru yelken açtıklarında, ne tür insanlarla karşılaşacaklarını merak ediyorlardı. Denizin içinde yürüyen ve tek eliyle gemileri parçalayabilen devlerle ilgili efsaneler vardı. Ağzından alevler çıkan köpek başlı insanları anlatan hikâyeler vardı. Çiğ etle beslenen ve uzun koca dudaklarıyla güneşten korunan efsanevi “antisosyal” yaratıklarla acaba karşılaşacaklar mıydı? Ya da, ağzı olmayan ve elma koklayarak yaşayan insanları görecekler miydi? Ya, şu kulakları kanat görevi yapabilecek kadar büyük olanlar veya kocaman tek ayaklarının gölgesinde sırtüstü yattıkları söylenenlere rastlayacaklar mıydı?
İnsanlar, denizlere yelken açtılar, dağlara tırmandılar, balta girmemiş ormanları yarıp geçtiler, çöllerde yolculuk ettiler, fakat hiçbir yerde bu tür garip yaratıklara rastlamadılar. Aksine, kaşifler, kendilerine benzeyen insanlar bulduklarında şaşırdılar. Kristof Kolomb şunları yazdı: “Bu adalarda [Batı Hint Adaları] şu ana kadar, birçoklarının beklediği hilkat garibelerine rastlamadım, aksine buradaki insanlar arasında güzellik takdir edilmektedir .... Böylece insan eti yiyen bir kabilenin dışında .... bir canavara ne rastladım, ne de hakkında bir şeyler duydum .... Diğer insanlar gibidirler, kusurlu bir bünyeleri yok.”
İnsanlığı Sınıflandırmak
Böylece dünyanın keşfedilmesiyle, insanlar arasındaki farklılık ve çeşitlilikler de peri masalları ile mitoloji dünyasından çıkarılmış oldu. Kavimler gözlemlenebiliyor ve incelenebiliyordu. Zamanla bilim adamları onları sınıflandırmaya çalıştı.
1735 yılında İsveç’li botanikçi Carolus Linnaeus Systema Naturae (Tabiat Sistemi) isimli kitabını yayımladı. Bu kitapta insan, “hikmetli adam” anlamına gelen Homo sapiens adıyla adlandırılıyordu. Bir yazarın ifadesine göre, bu, herhalde şimdiye dek bir tür için kullanılan en küstah ve en budalaca tanımlamaydı. Linnaeus, insanlığı aşağıda tanımladığı şekilde beş gruba ayırmıştı:
AFRİKALI: Siyah, ağır tabiatlı, rahat, gevşek. Saçları siyah ve kıvırcık; cildi ipek gibi; burnu yassı; dudakları şişkin; kurnaz, tembel, ihmalkâr; bedenine yağ sürer; ani heves ve kaprislerle hareket eder.
KIZILDERİLİ: Bakır renkli, çabuk kızan, dimdik; saçları siyah, düz ve kalın; burun delikleri geniş; yüzü sert; sakalı az ve seyrek; inatçı, özgür kendini ince kırmızı çizgilerle boyar; örf ve adetlerine bağlı hareket eder.
ASYALI: Kasvetli, katı; saçı siyah; gözleri koyu renkli; sert, mağrur, haris; bol elbiseler giyer; kanılarına göre hareket eder.
AVRUPALI: Sarışın, neşeli; kuvvetli; saçı sarı veya kahverengi ve dalgalı; gözleri mavi; nazik, keskin zekâlı, yaratıcı; dar elbiseler giyer; kanunlara göre hareket eder.
VAHŞİ ADAM: Dört ayaklı, dilsiz, kıllı.
Linnaeus’un, insanlığı kalıtımsal olarak edinilen özelliklere göre (cilt rengi, saç yapısı v.b. gibi) gruplarken, aynı zamanda önyargılı kişilik değerlendirmeleri yaptığına da dikkat edin. Linnaeus, Avrupalıların “nazik, keskin zekâlı, yaratıcı” olduğunu iddia ederken, Asyalıları “sert, mağrur, haris”; Afrikalıları da “kurnaz, tembel, ihmalkâr” olarak nitelemiştir!
Fakat Linnaeus yanılmıştır. Bu tür kişilik özelliklerinin çağdaş ırk sınıflandırmalarında yeri yoktur, çünkü bilimsel araştırmalar, her insan toplumunda, aynı şekilde huy ve mizaç çeşitliliğine ve benzer zekâ dağılımlarına rastlandığını göstermiştir. Bir başka deyişle, her insan ırkında aynı olumlu ya da olumsuz nitelikler bulunmaktadır.
Bugünkü sistemler, tamamen fiziksel farklılıklara dayanarak, insanları üç gruba ayırmaktadır: (1) Açık deri rengi ve düz ya da dalgalı saçlarıyla Kafkas ırkı; (2) Sarı derileri ve çekik gözleri ile Moğol ırkı ve (3) koyu deri ve kıvırcık saçlarıyla zenci ırkı. Ancak açık ve net bir biçimde bu kategorilerden birine girmeyen insanlar da vardır.
Örnek olarak, güney Afrika’daki Buşman ve Hottentotların bakır renkli ciltleri, kıvırcık saçları ve Moğol ırkı tipleri vardır. Bazı Hintlilerin koyu renk ciltleri olmakla birlikte, yüzlerinde Kafkas ırkının nitelikleri bulunmaktadır. Avustralya yerlilerinin ciltleri koyu renk; saçları kıvırcık, fakat genellikle sarıdır. Bazı Moğolların gözleri Kafkas ırkınınki gibidir. Gruplar arasında kesin bir ayırım çizgisi bulunmamaktadır.
Bu tür sorunlar, birçok antropologun insanları sınıflandırma çabalarından vazgeçmesine ve “ırk” teriminin bilimsel bir anlamı ya da önemi olmadığını öne sürmelerine neden olmuştur.
UNESCO Bildirisi
Irklarla ilgili en yetkili bilimsel bildiri herhalde UNESCO (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization—Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı) tarafından bir araya getirilen uzmanlar grubunca hazırlanmış olanıdır. 1950, 1951, 1964 ve 1967 yıllarında toplantılar yapılmış ve antropologlar, zoologlar, doktorlar, anatomistler ve diğer ilgililerden oluşan bu uluslararası panellerde, ırklarla ilgili dört bildiri söz konusu olmuştur. Bu bildirilerin sonuncusunda aşağıdaki üç husus vurgulanmaktadır:
A “Bugün yaşayan tüm insanlar aynı türe aittir ve aynı soydan gelmişlerdir.” Bu husus, daha üstün bir otorite tarafından da doğrulanmaktadır. Mukaddes Kitap şöyle demektedir: “[Allah] . . . . bütün yeryüzünde otursunlar diye insanların her milletini bir kandan (insandan [Adem]) yarattı.”—Resullerin İşleri 17:26.
UNESCO bildirisi şöyle devam etmektedir:
B “İnsan türünün ‛ırk’lara ayrılması kısmen geleneksel, kısmen de keyfi bir durum olup, hiçbir şekilde bir hiyerarşiyi ya da üstünlüğü ima etmemektedir . . . .
C “Günümüzdeki biyoloji bilgisi, kültürel başarıları genetik potansiyellerdeki farklılıklara atfetmemize izin vermemektedir. Değişik halkların başarılarındaki farklılıklar, sadece o halkların kültürel geçmişlerine atfedilmelidir. Bugünkü dünya halkları, herhangi bir uygarlık seviyesine ulaşabilmek için eşit biyolojik potansiyele sahip görülmektedirler.”
Irkçılık Felaketi
Yani herhangi bir ırkın doğal olarak diğer ırklardan üstün olduğuna veya onlara hakim olma hakkına sahip olduğuna inanmanın temeli yoktur. Fakat insanlar her zaman bu gerçeklerle uyumlu olarak hareket etmemişlerdir. Örneğin, Afrikalılara uygulanan esir ticaretini düşünün.
Avrupalı milletler, sömürgeci imparatorluklarını kurmaya başladıklarında, yerli halkları sömürmek onlar için ekonomik yönden kârlı bir işti. Fakat bu durum bir çelişki doğuruyordu. Milyonlarca Afrikalı kulübelerinden çıkarılıp, sevdiklerinden koparılıyor, zincirleniyor, kırbaçlanıyor, kızgın demirle dağlanıyor, hayvanlar gibi satılıyor ve ölene kadar ücret ödemeden çalışmaya zorlanıyordu. Hıristiyan olduğunu iddia eden ve komşusunu kendisi gibi sevmesi gereken insanlar için bu durum, ahlaksal yönden nasıl haklı ve mazur görülebilirdi?—Luka 10:27.
Seçtikleri çözüm yolu ise, kurbanlarını insan olarak görmemekti. 1840’lı yıllarda bir antropolog şu muhakemeyi yürüttü:
“Eğer zenciler ve Avustralya yerlileri bizim ailemizden ve hemcinslerimizden değil de daha aşağı seviyede olan bir gruptansa ve eğer onlara karşı yükümlülüklerimizde . . . . Hıristiyan dünyanın ahlaksal temellerindeki olumlu emirleri yerine getirmek zorunda olduğumuz düşünülemiyorsa, bu kabilelerle olan ilişkilerimiz, bir orangutan ırkıyla aramızda geçerli olacağını düşünebileceğimiz ilişkilerden daha farklı görülmeyecektir.”
Beyaz olmayan insanların daha aşağı seviyede yaratıklar olduğu inancına destek arayanlar, Darwin’in evrim teorisine sarılmışlardı. Onların düşüncesine göre, sömürgelerdeki insanlar, evrim merdiveninin beyazlardan daha aşağı bir basamağında bulunmaktaydı. Başkaları da, beyaz olmayanların daha değişik bir evrimsel sürecin eseri olduğunu ve bu nedenle, tam insan sayılamayacaklarını iddia ediyorlardı. Bazıları da, ayetleri kendi ırkçı görüşlerini desteklemek üzere saptırarak, Mukaddes Kitaba atıfta bulunuyorlardı.
Elbette birçok insan bu düşünce şeklini kabul etmedi. Kölelik ve köle ticareti dünyanın çoğu ülkesinde kaldırılmıştır. Fakat buna rağmen ayırımcı davranışlar, önyargılar ve ırkçılık, bugüne dek varlığını sürdürmüş ve sırf insanların gözünde farklı ırklar olarak görülen etnik gruplara sıçramıştır. Bir zooloji profesörü şunları söylemiştir: “Herkes, kendi kapris ve hayallerini tatmin etmek ve desteklemek için, ırklar yaratmaya yetkiliymiş gibi görüldüğünden, politikacılar, belirli toplulukların sözcüleri ve basit maceraperestler, ırkların sınıflandırılması işine girişmiştir. Bu kimseler, kendi fikirlerine ve önyargılarına ‛bilimsel’ bir saygınlık havası verebilmek için, makul görünen fakat gerçekte yanlış olan ırksal etiketler icat etmişlerdir.”
Nazi Almanyası’nın ırkçı politikaları bu konuda en önde gelen örneklerdir. Adolf Hitler, Ari ırkı çok övmüş olmasına rağmen, biyolojik olarak böyle bir ırk yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. İsveç’te sarışın ve mavi gözlü Yahudiler, Etyopya’da siyah Yahudiler ve Çin’de de Moğol ırkına benzeyen Yahudiler yaşamaktadır. Buna rağmen Yahudiler ve diğerleri, ırkçı bir politikanın kurbanı olmuşlardır. Bu politikanın sonuçları, toplama kampları, gaz odaları, altı milyon Yahudi ile Polonya ve Sovyetler Birliğindeki Slav halkları ve diğerlerinin katledilmesi olmuştur.
[Sayfa 5’teki pasaj]
Bilimsel araştırmalar, her insan toplumunda aynı zeka dağılımına rastlandığını göstermiştir.
[Sayfa 6’daki pasaj]
‘Politikacılar, belirli toplulukların sözcüleri ve basit maceraperestler, kendi fikirlerine ve önyargılarına “bilimsel” bir saygınlık havası verebilmek için, özel ırksal farklılıklar icat etmişlerdir.’
[Sayfa 7’deki resimler]
Bu ilanların da gösterdiği gibi, Afrikalı sanki sığır gibi sunulmakta ve satılmaktaydı