Sinema 100 Yaşında
SİNEMA, belirli bir buluşun ürünü değil, yaklaşık 75 yıllık uluslararası araştırma ve denemeler sonucunda varılan bir noktaydı. Belçikalı Joseph Plateau’nun 1832’de icat ettiği fenakistiskop bir dizi resimden hareketli bir görüntü elde etmeyi başardı. Fransa’da, Joseph Niepce ve Louis Daguerre’in geliştirdikleri fotoğrafik bir süreç ile 1839’da gerçekliği resmetmek mümkün oldu. Fransız Emile Reynaud bu fikri daha da geliştirip 1892-1900 arasında yüz binlerce kişi tarafından görülen hareketli saydam resimler gösterdi.
Filmlerin esas dönüm noktası 100 yılı biraz aşan bir süre önceydi. 1890’da ünlü Amerikalı mucit Thomas Edison ve İngiliz asistanı William Dickson küçük bir duvar piyanosu boyunda ve ağırlığında bir kamera geliştirdiler ve bir yıl sonra Edison, tek kişinin seyretmesi mümkün olan kinetoskop adlı alete patent almak için başvuruda bulundu. 35 milimetrelik delikli selüloit üzerinde kaydedilen filmler, dünyanın ilk film stüdyosu olan West Orange’daki (New Jersey, ABD) “Black Maria”da çekildi. Çeşitli vodvil, sirk, vahşi Batı görüntüleri ve başarılı New York tiyatro oyunlarından sahneler bu filmlere konu oldu. İlk kinetoskop salonu 1894’te New York’ta açıldı ve aynı yılda birkaç makine Avrupa’ya ihraç edildi.
İlk başta projeksiyona ilgi duymamasına rağmen, Edison rekabetin önüne geçmek için bir projektör yapmak zorundaydı. Nisan 1896’da onun vitaskobu New York’ta ilk kez tanıtıldı. Ondan sonra başlattığı patent savaşı, piyasada eksiksiz bir tekel elde etme amacını taşıyan bir tröstün kurulmasına neden oldu.
Edison’un kinetoskoplarının bir kopyası, Lyons’lu (Fransa) sanayiciler Auguste ve Louis Lumière’i filmleri hem çeken, hem gösteren ve elle çevrilen bir kamera icat etmeye yöneltti. Onların cinématographe (Yunanca “hareket” anlamına gelen kinema ve “görmek” anlamına gelen graphein kelimelerinden) diye adlandırdıkları aygıt Şubat 1895’te patent aldı ve 28 Aralık’ta, 14 Boulevard de Capucines, Paris adresindeki Grand Café’de “sinemanın resmi dünya prömiyeri gerçekleşti.” Sonraki gün 2.000 Parisli, bilimin bu en son mucizesini görmek üzere Grand Café’ye akın etti.
Çok geçmeden, Lumière kardeşler tüm dünyada sinemalar açıp her yere kameramanlar göndermeye başladılar. Birkaç yıl içinde, dünyaca ünlü yerleri veya Rus Çarı II. Nikolas’ın taç giyme töreni gibi olayları konu eden 1.500 kadar film çektiler.
Sessiz Çağ
Bir Paris tiyatrosunun sahibi olan sihirbaz Georges Méliès gördüklerine hayran kaldı. Cinématographe’ı satın almayı teklif etti. Bilindiği kadarıyla, yanıt şöyleydi: “Hayır, cinématographe satılık değil. Bana şükran borçlusun delikanlı; bu icadın geleceği yok.” Oysa, Méliès yılmadan İngiltere’den satın aldığı donanımla film çekmeye başladı. Özel efektleriyle ve senaryolarıyla, Méliès sinematografiyi bir sanata dönüştürdü. 1902’de Le Voyage dans la lune (Aya Seyahat) adlı filmi uluslararası başarı elde etti. Paris’in eteklerinde, Montreuil’deki stüdyosunda 500’den fazla film yaptı ve onlardan birçoğu elle renklendirildi.
1910’a gelindiğinde, dünya çapında ihraç edilen filmlerin yüzde 70’i Fransız yapımıydı. Bu özellikle, sinemanın “yarının tiyatrosu, gazetesi ve okulu” olmasını amaçlayan Pathé kardeşlerin sinemayı bir endüstri haline getirmelerinden kaynaklanıyordu.
1919’da, Charlie Chaplin, Douglas Fairbanks, David W. Griffith ve Mary Pickford tröstün ticari hegemonyasını kırmak için United Artists’i (Birleşik Sanatçılar) kurdular. 1915’te, Griffith’in Birth of a Nation (Bir Milletin Doğuşu) adlı filmi Hollywood’un gişe rekorlarını kıran ilk yapımıydı. Şiddetli tartışmalara yol açan, Amerikan iç savaşını konu alan bu film ilk çıkışında ırkçı içeriğinden dolayı karışıklıklara ve hatta bazı ölümlere yol açtı. Bununla birlikte, 100 milyondan fazla seyircisiyle büyük bir başarı sağlayıp tüm zamanların en kârlı filmlerinden biri oldu.
Birinci dünya savaşından sonra, filmler “gece kulüplerinin, eğlence kulüplerinin ve yasak meyhanelerin dünyasını ve onlarla birlikte gelen ahlaksal hafifliği” tüm Amerika’ya tanıttı. Yabancı filmler Amerika’daki beyazperdelerden hemen hemen kaybolurken, Amerikan yapımı filmler dünyanın diğer yerlerindeki programların yüzde 60-90’ını oluşturdu. Sinema Amerikan yaşam biçimini ve Amerikan ürünlerini yüceltmenin bir yolu olarak kullanıldı. Aynı zamanda, yeni yaratılan “yıldız sistemi,” Rudolph Valentino, Mary Pickford ve Douglas Fairbanks gibi insanları neredeyse tanrılaştırdı.
Ses ve Renk
“Hey anne, şunu dinle!” Bu sözlerle Al Jolson 1927’de The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) adlı filmde sessiz filmlerin altın çağını kapatıp sesli filmleri dünyaya tanıttı. Sinemanın ta başlangıcından beri senkronize edilmiş fonograf plaklarıyla denemeler yapılmıştı, fakat ancak 20’li yıllarda, elektrikli kayıt ve lambalı amplifikatörlerin icat edilmesiyle sesli filmler gerçek anlamda mümkün oldu. Sesin sinemaya girmesi pek kolay olmadı.
Renk ilk başta elle renklendirilmiş filmler yoluyla sinemaya girdi. Daha sonra şablonlar kullanıldı. Uygulanabilir bir renkli film süreci olmadığı için filmler elle renklendirilirdi. Technicolor 1935’te üç renk süreciyle başarı kazanana kadar çeşitli yöntemler denendi. Yine de, ancak 1939’un Gone With the Wind (Rüzgâr Gibi Geçti) filmi muazzam beğeni kazandıktan sonra renk, insanları gişelere çekmek için önemli bir faktör olarak görüldü.
Savaş Propagandası
30’lu yılların Büyük Bunalımı boyunca sinema “halkın afyonu” olarak hizmet etti. Fakat dünya savaşa doğru sürüklenirken, sinemanın görevi amaçlı yönlendirme ve propaganda ağırlıklı oldu. Mussolini sinemayı “l’arma più forte” veya “en güçlü silah” olarak adlandırırken, Hitler yönetimi altında sinema özellikle gençlerin aşılanması için nasyonal sosyalizmin sözcüsü oldu. Der Triumph des Willens (İradenin Zaferi) ve Olympia gibi filmler Nazi liderlerini etkili bir biçimde tanrılaştırdı. Diğer yandan, Jud Süss (Yahudi Süss) Yahudi düşmanlığını destekledi. Ve İngiltere’de Laurence Olivier’in filmi Henry V harekât günü ve getireceği ölümlere hazırlık olarak morali yükseltmeye hizmet etti.
Kriz
İkinci dünya savaşından sonra, televizyonlar daha yaygın hale geldiğinde, insanlar sinemaya gitmektense evde kaldılar. Amerika Birleşik Devletlerinde seyirci sayısı aniden, sadece on yıl içinde yarı yarıya düştü. Binlerce sinema kapanmak zorundaydı ve 50’li yıllarda geniş ekranlı filmlerin ve yönsel stereo sesinin tanıtılmasına rağmen, film üretimi üçte bir oranında düştü. Bu rekabetin önüne geçmek için, Cecil B. de Mille’in Ten Commandments’ı (On Emir, 1956) gibi milyonlarca dolarlık görkemli yapımlar üretildi. Avrupa sineması da seyirci sayısında büyük bir düşüş yaşadı.
Toplumsal Etki
Sinema toplumun aynası olarak adlandırılmıştır. Gerçekten de, 70’li yılların birçok filmi, korku filmlerinin yeniden beğeni kazanmasından ve “Şeytana tapınma ve ruhçuluğa karşı duyulan, daha önce görülmemiş ilgi”den görüldüğü gibi, çağın “huzursuzluğunu, hoşnutsuzluğunu, düş kırıklığını, kaygısını ve paranoyasını” yansıtıyordu. Felaket filmleri “dikkati gerçek yaşamın felaketlerinden uzaklaştırma”ya hizmet etti. (World Cinema—A Short History) Diğer yandan, 80’li yıllarda Fransız bir gazetecinin “sapıklığı olağan hale getirmek üzere kasti bir girişim” olarak nitelendirdiği olgu yaşandı. 1983’te Cannes Film Festivalinde gösterilen filmlerin yarısının konusu eşcinsellik veya ensestti. Şiddet çağdaş filmlerin ana teması olmuştur. 1992’de Hollywood filmlerinin yüzde 66’sı şiddet sahneleri içeriyordu. Geçmişte şiddet bir amaca hizmet ettiyse de, şimdi artık tamamen keyfidir.
İnsanları bunlara maruz bırakmak neyle sonuçlandı? Ekim 1994’te, daha önce suç işlememiş genç bir çiftin Paris’te cinnet geçirerek 4 kişiyi öldürmesi, bir çiftin 52 kişiyi öldürdüğü Natural Born Killers (Katil Doğanlar) adlı film ile doğrudan bağlantılı görüldü. Sosyologlar şiddetin özellikle böyle karakterleri davranış örneği olarak alan gençler üzerindeki etkisi hakkında giderek daha çok endişelerini dile getiriyorlar. Tabii ki, tüm filmler şiddeti veya ahlaksızlığı yüceltmez. The Lion King (Aslan Kral) gibi yeni filmler daha önceki hasılat rekorlarını kırdı.
Paris’in Le Monde gazetesi sinemanın son 100 yılda toplumu nasıl etkilediğini sorduğunda, ünlü bir film yapımcısı ve aktörün verdiği yanıta göre, “savaşı yüceltmesi, gangsterleri romantikleştirmesi, aşırı basit çözümler ve boş ahlak nutukları sunması, yanlış beklentiler yaratması ve zenginliğin, mülkün, sıkıcı fiziksel güzelliğin ve bir takım başka gerçekdışı ve değersiz hedeflerin putlaştırılmasını ilerletmesine rağmen,” sinema yine de milyonlarca insana günlük yaşamın acımasız gerçeklerinden hoş bir kaçış sağladı.
Işıklar sönüp beyazperde canlanınca, bazen hâlâ 100 yılı aşkın bir süre önce insanları cezbeden büyüyü hissedebiliriz.
[Sayfa 21’deki çerçeve/resim]
“Yaratılışın Foto Draması”
1914’ün sonuna doğru, Avrupa, Avustralya, Kuzey Amerika ve Yeni Zelanda’da yaklaşık dokuz milyon kişi Yehova’nın Şahitlerinin “Yaratılışın Foto Draması”nı ücretsiz olarak izledi. Dört kısımdan oluşan sekiz saatlik program ses ve müzikle senkronize edilmiş filmlerden ve slaytlardan oluşuyordu. Hem slaytlar hem de filmler elle renklendirilmişti. “Foto Drama” “Mukaddes Kitaba ve onda açıklanan Tanrı’nın amacına karşı takdir geliştirmek üzere” tasarlanmıştı. Hızlandırılmış çekim tekniğiyle filme alınan bir çiçeğin açılması ve bir civcivin yumurtadan çıkması bazı göze çarpan noktalardı.
[Sayfa 19’daki resim]
Şubat 1895’te patent alan “Cinématographe Lumière”
[Tanıtım notu]
© Héritiers Lumière. Collection Institut Lumière-Lyon
[Sayfa 19’daki resim tanıtım notu]
© Héritiers Lumière. Collection Institut Lumière-Lyon